25.08.2016

Sevdiğim işi yapmak… Yaptığım işi sevmek

"İş, görünür kılınmış sevgidir." der Halil Cibran. 

Merak ediyorum, her bir insanın -hatta canlının- sevgisini görünür kılan işiyle varolduğu bir dünya nasıl bir yer olurdu? 

Kuşkusuz, daha mutlu bir dünya olurdu.

Peki hiç düşündün mü, sen işinde en çok neyi görünür kılıyorsun?

Belki sevgini tümüyle görünür kılabildiğin bir işte üretiyorsun…belki de her gün şikayet ederek yaptığın bir iştesin…belki de “idare ediyoruz, sonuçta iş işte”…diyor olabilirsin.

Iş seçimi yaparken yaşam koşullarımızın getirdiği bir takım zorunlu seçimler yapmak durumunda kalmış olabiliriz. Ancak işi yapma şeklimizin tamamen bizim seçimimizde olduğuna inanırım. Sevelim ya da sevmeyelim yaptığımız işe karşı duygularımızı, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı seçme hakkı sadece bize aittir. Potansiyelimizi nasıl performansa dönüştürdüğümüz bizim seçimimizdir. Sevmediğin bir işi yapıyorsan  seviyor–muş gibi yapmaktan bahsetmiyorum. Böyle bir durumun tam ortasındayken yapılan işi sevebilmenin yollarını keşfetmeye ve bunu performansa yansıtmaya odaklanıyorum. İşte tam bu noktada da bir seçim olduğunu düşünüyorum. Bu çabayı vermeyi gerçekten isteyip istememe seçimi.

Hayat, farkındalık ve seçimler üzerine kuruludur.

İşi zorunlu seçtiysek eğer, önümüzde en görünür 2 alternatifli seçim vardır:

  1. İşi severek yapmak
  2. Şikayet ederek her türlü olumsuz duygu, düşünce, davranışla işi yapmaya çalışmak

Sevmediğin işi yapan gruptaysan ilk alternatif her zaman zor olan gibi gelir ilk başta. Genel eğilim, ikinci alternatifte olduğu gibi işi şikayet ederek yapmaktır. Şikayet ettiğimizin farkında bile olmayız kimi zaman. Ancak görünürde kolay gibi gelen ikinci alternatif, “insan sistemini” en çok zorlayandır aslında. Sistemimiz zorunlu olarak algıladığı hiçbirşeyi yapmak istemez. Yani –meli, -malı’larımızdan bahsediyorum. “Bu işte çalışmalıyım. Çünkü ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durumda başka alternatifim yok.”. “Bu işte çalışmalıyım. Çünkü para kazanmak zaten zor.”. “Yaşamımı yürütmek, ailemi geçindirmek ve ihtiyaçlarımızı karşılamak için bu işi yapmalıyım. En azından iyi kazanıyorum.”. Bunlar bugüne kadar duyduğum örneklerden birkaçı sadece. Sistemimiz, zorunlu olarak yaptığı herşeyde “hata yapma olasılığını” algılar. Ya kendimiz ya başka biri yanlış yapmış, yapıyor ya da yapacaktır. Yani derinlerdeki hata yapma korkusu ile kendimize seçim hakkı vermemiş oluyoruz.

Varsayalım başarmak istediğin bir konu var ama nereden geldiğini bildiğin ya da bilmediğin bir engelin de var. Aşağıdaki 2 cümleyi okuduğunda sende yarattığı duyguları fark etmeni rica ediyorum:

“Bunu yapmak zorundayım."
“Eğer gerçekten istersem, bunu yapabilirim.”

Seçme şansın olduğunu hangi cümlede daha çok hissettin?

İşini zorunlu yaptığını düşündüğün/hissettiğin her an yanında taşıdığın en derinlerdeki duygu, çoğunlukla “hata yapma korkusu”dur. Korku duygusu ise yaşamdaki alternatiflerimizi görmemizi engelleyen en güçlü olumsuz duygulardan biridir. Bizi sınırlandırır. Ve bir müddet sonra kapasitemizin de sınırlı olduğuna bizi inandırır.

Günün 9-16 saatini işimizle geçirdiğimizi düşündüğümde ise konu sadece işi severek yapmanın ötesinde günümüzün ne kadarını olumlu bakış açısıyla geçirebildiğimizi de kapsıyor bana göre. Hayata bütünsel bir pencereden baktığımda şu soru geliyor önüme:

Severek yapılmayan bir işte ortalama 12 saat geçirmenin insan sisteminde yarattığı etkiler neler olabilir?

Gözlemlediğim kadarıyla, severek yapılmayan işin en görünür hali genelde hastalıklar şeklinde oluyor. Kronik başağrıları, boyun, omuz, sırt ağrıları, bel ağrıları, mide problemleri ve daha nicesi…

Hayatımızdaki herşeyin bizim bir yansımamız olduğuna inanırım. Yani “iş” de “ben”im aslında. O halde günümüzü nasıl geçirmeyi seçtiğimiz de kendimizi yansıtır. Hissettiğimiz her duygu ve düşündüğümüz her düşünce geleceğimizi oluşturur. Gün içerisinde ve yaşamımızın tümünde en çok neye odaklanırsak bugünden geleceğe doğru onu büyütürüz.

O halde, işi severek yapmanın formulü nedir?

Bunun formulünde her an’ını farkındalıkla yaşamak, hayata pozitif bakış açısı penceresinden bakmak ve yaşamak yer alıyor. Elbette yaşamında seni düşüren duyguları da deneyimleyeceksin. Bunları yok saymayı değil, gözlemci rolünde olarak her duygunu farkındalıkla gözlemlemenin gücünden bahsediyorum. Olumsuz olarak deneyimlediğin her durumu da dikkatle gözlemleyerek, olumsuz olarak yaşadığın o hali iyi tanımlamanı öneriyorum. Yaşadığın her duygu, düşündüğün her düşünce sana kendine dair çok şey anlatır.

“Şikayet etme” eğilimi de en çok bu olumsuz duyguların ortaya çıktığı anlarda belirir. Şikayet ettikçe bu olumsuzluklar daha da çoğalır. Neye odaklanırsan onu büyütürsün.

Einstein’ın çok sevdiğim bir sözü vardır: “Karşı karşıya kaldığınız problemleri mevcut düşünce yapınızla çözemezsiniz, zira onlar mevcut düşünce yapınızın ürünleridir.” Aşağıda sıraladığım birkaç öneriyi mevcut bakış açının dışına çıkarak, ön yargısız bir bakış açısıyla, sadece en saf merak duygusuyla baktığın bir alandan okursan eğer, yaşamına bir ışık tutabilir:

Öncelikle her andaki duygunu farkındalıkla gözlemleme konusunu ele alalım. Daha once de defalarca duymuş olabilirsin, “şimdi ve şu an” prensibini. O anda yaşanan gerçeği ve senin o gerçeğe o anda yüklediğin duyguyu gözlemlemekten bahsediyorum. Bir örnekle açıklamam gerekirse…Varsayalım işyerinde bir çalışma arkadaşınla çatışma yaşadın. Objektif bir pencereden baktığında o anda olan gerçek bir olay vardır. Gerçekte olan olay 2 kişi arasında yaşanan “çatışma”dır, yani aynı konu üzerinde ortak bir yargıya varılamamasıdır. Ancak o olaya ve çatışma yaşadığın kişiye dair bilinçdışından da gelen verilerle yüklediğin anlamlarla zihin o yaşadığın çatışma hakkında olumlu ya da olumsuz olarak bir karar verir. Beynin hayatta kalma reaksiyonlarından biri “hemen karar vermesi”dir. Artık olaya yüklediğin anlamlardan etkilenerek, objektif alandan değil yargılı bir alandan gelen verilerle proses etmeye devam edersin.

Aynı kişiyle yaşanan çatışma ya da o çatışmanın yarattığı duygu 2 taraf da bu durumu fark etmediği sürece uzun bir süre devam eder. O kişiyi her gördüğünde ya da düşündüğünde zihnin, yüklediğin anlamları önüne getirir ve sistemin alarm vermeye başlar. O kişiyi gördüğünde ve o olayı hatırladığında gerilen sistemin birkaç şekilde tepki verir: “Savaş”, “kaç” ya da “don”. Sistemin kendini koruma altına almak için zihin proseslerini kapatır ya da yavaşlatır. Böyle bir durumda sistemimiz sonsuz olasılıkları görmek yerine at gözlükleri takmışçasına sınırlı alternatifleri görebilecek bir kapasiteyle çalışmaya döner. Bu öyle bir duygudur ki kimi zaman “tek alternatifim bu” dedirtir, köşeye sıkışmış gibi hissettirir ve insanın hareket kabiliyetini bile elinden alır. Hepimiz buna benzer duyguları zaman zaman yaşamışızdır. “Neye odaklanırsak onu büyütürüz.” demiştim. O anda deneyimlediğin duygu ve düşüncelerinin farkında olduğunda, arzuladığın sonucu yaratmak senin elinde. Sisteminde bir emir eri vardır ve sen neye karar verirsen ona hizmet eden sonuçları önüne getirir. Bu noktada sistemini yönetmek de senin elinde. Farkında olmadığın her anda ise sistemin seni yönetmeye başlar; yaşamında istemediğin olayları da bolcana yaratırsın ve deneyimlersin. “Niye bunlar hep beni buluyor?” diye sorduğun zamanların olmuştur diye tahmin ediyorum.

İçinde bulunduğun bu durumu daha olumlu, daha pozitif bir deneyime nasıl dönüştürebilirsin?

Böyle durumlarda sistemine sorular sormak her zaman işe yarar. Sistem hiç bir soruya cevapsız kalamaz. O anda cevabı gelmeyebilir ama sabırla yaklaşırsan aradığını cevabı alırsın.

Hayatı pozitif bakış açısıyla yaşamayı seçen insanlar arasında ortak bazı özellikler gözlemlenmiş. Tüm günlerini nasıl geçirdiklerine dair yapılan modelleme çalışmalarıyla ortaya çıkanlar çok ilgi çekici. Güne başlama şeklinin günün geri kalanını nasıl geçireceğin üzerinde çok büyük bir etkisi vardır. Bu nedenle öncelikle güne nasıl başladıklarına bakılmış. Gözlerini yeni güne açar açmaz en az 5 dakika boyunca kendilerine iyi gelecek bir şeyler yapıyorlar. Bunun ne olduğu ise tamamen kişinin tercihlerine bağlı. İster meditasyon yap, nefes al-ver, hayal et, gününü gözden geçir, bir kaç bedensel hareket yap, müzik dinle, sarkı söyle (sözleri olumlu olan şarkılar olması önemli!!!)…Uyanır uyanmaz “sosyal medyada neler olmuş?” diyerek telefona bir göz atmayı bu listenin dışında tutmayı öneririm. Ayrıca güne güçlü bir alarm sesiyle başlamak yerine yumuşak müziklerle başlamak bedenine yumuşakça bir geçiş yapma fırsatı sağlayacaktır.

Gün içindeki yaşantılarına bakıldığında ise günlerini programlarken şuna dikkat ettikleri gözlemlenmiş: Gün içinde 5-10 dakikalık kısa molalar verdikleri; sevmedikleri bir aktivite yapmak zorunda kaldıklarında ise – mesela sıkıcı ve uzun bir toplantı ardından- hemen arkasına 5 dakika sevdikleri bir aktivite yapıyorlar, bir mola vermek ya da onlara iyi gelen herhangi bir şeyi yapmak gibi.

Bir diğer nokta ise karşılaştıkları zorlukları, olumsuz yaşantılar olarak algılamak yerine, öğrenmek için birer fırsat olarak değerlendirdikleri gözlemlenmiş. Stresi bol olayların ve insanların, girdiğimiz her ortamda karşımıza çıkması olasıdır. Bunu değiştiremeyiz. Ancak bu tarz insanlara ve olaylara nasıl reaksiyon vereceğimizin seçimi bize aittir.

Tahmin edersin ki güne nasıl başladığın kadar günü nasıl bitirdiğin ve uykuya geçtiğin de bir o kadar önemli. Uyumadan once gününü gözden geçirerek o gün sana iyi gelen şeyleri hatırlamanın, yaşamın sana sunduğu hediyeleri fark etmenin değeri tartışılmaz. Dilersen kendine bir teşekkür defteri yapabilirsin. O gün içinde yaşamın sana sunduğu güzellikleri her gece yatmadan önce yazabilirsin. Gün içinde sana iyi gelmeyen duyguların, düşüncelerin temizliğini yaparak, onları geçmişte bırakarak uykuya dalmaksa ayrıca önemlidir. Uyku da bir proses. Bazı zamanlar vardır saatlerce uyursun ama bir türlü uykunu almış hissetmezsin. Daha çok uykuya ihtiyacın olduğunu düşünürsün. Aslında mesele kaliteli uyku uyuyamamaktır. Uyku sırasında sistemimiz çalışmaya devam eder. Bilinçdışımız da… bilinçdışından istemli ya da istemsiz davet edilen pek çok deneyim uyku sırasında ele alınır. Dolayısıyla sakin bir zihin ve bedenle uykuya geçmek kaliteli uykunun ilk adımıdır. Uykuya geçmeden en az 2 saat öncesinde telefon, bilgisayar gibi her türlü teknolojik aleti de bir kenara bırakmayı öneririm. Zihni yoğun bir şekilde çalıştırmaya devam edecek herhangi bir aktiviteden uzak olman önemli.

Gün içinde nefes almayı unuttuğun zamanlar oluyor mu? Özellikle ard arda gelen işler, toplantılar, bitmeyen projelerden kafanı kaldırıp oturduğun yerden kalkamadığın zamanlar oluyordur diye tahmin ediyorum. Böylesine hızlı bir tempoda gün içinde birkaç defa bedenini rahatlatmayı hatırla. Derin bir nefes alıp, bedenini tarayarak rahatsız olan bölgelere derin nefesler almak, o bölgeleri esnetmek o an bulunduğun duygu durumundan, düşünceler yumağından çıkarır seni. Bazen zihnin öyle yoğun çalışır ki düşünceler aleminde kaybolduğunu hissedebilirsin. Eckhart Tolle, 3 derin nefes alarak düşünceler arasına alan koymayı önerir. Deneyin…

Kendimizle olan iletişim şeklimizin, nasıl hissettiğimiz üzerinde çok büyük bir etkisi vardır. Gün içinde kendimize dair öz-değerlendirme yapmak önemli, öğretilerimizi alarak ilerleyebilmek adına. Ancak bu durum gün boyunca kendimizi ağır bir şekilde yargılamak, kritik etmek boyutuna geldiğinde öz-değerimiz ciddi yaralar alır. Sistemine hangi duyguyu akıtırsan o duyguyu beslersin, büyütürsün. Sevgiyi nereye akıtırsan o alanı büyütür genişletirsin.

Konu yine seçimlerimize geliyor..

Gün içinde kendini destekleyen eylemleri hayatına entegre etmeyi seçmek senin elinde.

Yaşadığın en ufacık bir olumsuzlukta şikayet etmek, kendini ve diğerlerini yargılamak yerine, kendini desteklemeyi seçmek senin elinde.

Yaptığın işe kendinden bir şey katmayı seçmek senin elinde.

Dünyaya sağladığın katkıyı görmeyi seçmek senin elinde.

Bundan 20 yıl öncesine kadar iyimserlik (optimism) kişinin doğuştan getirdiği bir yetenek olarak ele alınırdı. Yani “sende varsa var, yoksa yoktur” yaklaşımıyla, geliştirilemeyen bir kavram olduğu düşünülürdü. Ancak Pozitif Psikoloji biliminin öğretileri gösteriyor ki, beynin her yaşta herşeyi öğrenebilme kapasitesi düşünülenin çok daha ötesinde. Hayata pozitif bir pencereden bakmayı her yaşta öğrenmek mümkün. Bu konuda daha fazla bilgiye sahip olmak istersen Pozitif Psikolojinin kurucusu Dr. Martin E.P. Seligman’ın Öğrenilmiş İyimserlik (Learned Optimism) adlı kitabını okumanı öneririm.

Bu yazıyı ilk okumaya başladığın andaki “sen”le, şu anda bu satırı okuyan “sen” bile aynı “sen” değil. Değişim kaçınılmazdır.

Tam şu anda, tüm bu okuduklarının farkındalığıyla işinin de dahil olduğu gününe yeniden bir göz atmaya ve gününe dair düşünmeye davet ediyorum seni.

İşini sevmenin yollarını keşfederek yaşamını daha iyi hale getirme yolculuğunda seni destekleyebilecek olumlu duygu, düşünce ve davranışlarla yaşamını renklendirebilmek için bugünden yarına ufacık bir adım atıyor olsaydın, bu ne olurdu?

Kendine zaman tanı lütfen. Küçük adımlarla başlaman bu yolda seni kararlılıkla tutar. Her uyandığın gün, sadece o güne odaklan. Öğrenme deneyiminin kalıcı olması için 21 gün prensibi vardır. Beynimizde 21 günde nörolojik yol açılır; yani öğrenme gerçekleşir.

Eğer gerçekten istersen, bu yazıda okuduklarını uygulamak seni bugünden yarına farklı bir düzleme taşıyabilir. Senin bir parçan olabilir ve yaşam biçimin haline gelebilir. Bir bakmışsın ki farkındalıkla yürüdüğün yolculuğunda sevdiğin işi yaparak bu dünyaya katkı sağlamanın yollarını keşfetmişsin. Ve sen de birilerine ilham olmuşsun.

Bana göre,

Hayat boş bir tuval gibidir.

Onu istediğin renge boyamak sadece senin elinde!

Eğer gerçekten istersen….

Hülya AYAV

11.08.2016